Beytullah İLERİ/ Youth Think Tank Kaynak Geliştirme Koordinatörü
Öncelikle sözlerime “Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun” diyerek başlamak istiyorum. Bu yazıda, Osmanlı’nın Serhat şehri, Balkanlar’ın nazlı çiçeği Bosna-Hersek ile ilgili yapmış olduğum seyahatten ve bu seyahatte edindiğim bilgiler ile tecrübelerden bahsedeceğim. Bu yazı, klasik bir gezi yazısından ziyade, benim gözümden Bosna-Hersek’e bakış niteliğinde olacak. Yazım üslup olarak bir gezi yazısını andırsa da içeriği daha kişisel bir yaklaşıma sahip. Öncelikle bu yolculukta bana eşlik eden çalışma arkadaşlarım Niyazi Balgat, Tarık Emre Çaçur ve Abdulkadir Yaşaroğlu beyefendilere kıymetli yol arkadaşlıkları için teşekkür ederek yazıma başlamak istiyorum.


Bosna Hersek Havaalanı’nda bir araç kiralayarak ilk rotamız olan Srebrenitsa’ya doğru yola çıkıyoruz. Srebrenitsa derken bile insanın yüreği burkuluyor. Srebrenitsa’da yaşananlar, bir kesit gibi gözlerimizin önünde canlanıyor; Avrupa’nın ortasında yaşanan bu vahşeti nasıl sineye çekeceğimizi düşünmek bile zorken hiçbir cevap bulamamak yüreğimizi daha da sızlatıyor. 8372 adet şehidin bulunduğu Potočari şehitliğini ziyaret ediyoruz. Burada, zamanında Birleşmiş Milletler askerlerinin güvenli bölge oluşturmak için konuşlandığı bir fabrikanın, Türkiye’nin desteğiyle müzeye dönüştürüldüğünü görüyoruz. Müze içinde dolaşırken, insanlığın karanlık yüzüyle yüzleşiyoruz adeta; burada yaşananların ağırlığı, ruhumuzda derin bir yaraya neden oluyor. Bu müzede izletilen video gösterimleri o dönemi tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.
1992 yılında başlayan Bosna Savaşı, Srebrenitsa’yı da sarmıştı. Bir sabah insanlar, sırf etnik kimlikleri ve Müslüman oldukları için komşularının kendilerini öldürmeye başladığını gördüler. Eşlerine, çocuklarına tecavüz edildi; evlatlarının gözleri önünde ebeveynler, ebeveynlerin gözleri önünde evlatlar işkencelere maruz bırakıldı. İnsanların evleri ateşe verildi. Bu işkenceleri yaşayan Boşnaklar, başlarına gelenlere anlam veremiyorlardı. Bu nasıl olabilirdi ki? Çünkü bu vahşeti yaşatan komşularına daha önce Kurban Bayramında et ikram etmiş, Paskalya’da kurabiyelerini yemişlerdi. Silahlananlar direnişe geçtiler. Bu direniş başlarda çok başarılı olsa da sonrasında BM’nin Srebrenitsa’nın 7-8 km aşağısında bulunan Potoçari bölgesini güvenli bölge ilan etmesiyle olayların seyri değişti. Direnişçilere silahlarını bırakmaları ve BM’ye teslim olmaları halinde kampta güvenle savaşın bitmesini bekleyebilecekleri söylendi. Vahşetten bıkmış binlerce insan bu çağrıya kulak verip denileni yaptı. Çağrıya kulak vermeyenler de son nefeslerine kadar direndiler. Hatta bazıları yaklaşık 100 km uzaklıkta bulunan Tuzla’ya kadar yürüyerek bu soykırımdan kaçmaya çalıştı. Bu kaçışın hikâyesini merak edenler “Meyra” adlı romanı okuyabilirler. Kampta kalanlar başlarda umutluyken sonrasında olaylar değişti. Sırp Çetnikler (radikal milliyetçi, monarşist sırp gerillalar), BM’nin silahlı gücü olan 20 Hollandalı askeri kaçırınca kampın komutanı, Çetniklerin takas teklifini hemen kabul etti ve burada bulunan binlerce Boşnak Müslüman 20 Hollandalı askerle takas edildi. Çetnikler, Hollandalı askerleri bırakmak için masum Boşnakların kendilerine teslim edilmesini istiyordu. Bu nasıl bir vicdan, anlamak güç. Sonra askerler kampı boşaltarak içerideki binlerce savunmasız insanı Çetniklerin insafına terk etti. Burada insanlar hunharca katledildi; belki de keşke sadece öldürülmüş olsalardı, ama yaşadıkları işkenceler ve gördükleri muamele, insanın aklına geldikçe tüylerini diken diken ediyor. Burada gördüklerimiz Filistin’i gözlerimizin önüne Filistin’i getiriyor ve cümle burada bitiyor…


Eğer Srebrenitsa’ya ya da Bosna-Hersek’e giderseniz, burayı mutlaka görün derim. Ve geziye başlarken, Srebrenitsa çiçeğini yakanıza iliştirmeyi unutmayın. Bu, onların anısına değerli bir hatıra olacak. Ölenlerin ruhları için bir Yasin ve bir Fatiha okuyoruz, acımızı kalbimize gömüyoruz; yaşananlardan ders alacağımıza ve bunu asla unutmayacağımıza kendimizi telkin ediyoruz. Yolcu yolunda gerek diyerek devam ediyoruz.
Bratunac’ta öğle yemeği için mola veriyoruz. İşletme sahibi Âlim Bey ve babası, Türkiye’den geldiğimizi öğrenince bize özel bir ilgi gösteriyorlar. Âlim Bey’in babası, dükkanın girişinde hemen solda duran Türk bayrağını açıyor ve hepimizin başına birer fes iliştiriyor, fotoğraf çektiriyoruz. Sohbetin tatlılığıyla yemeklerimiz soğusa da kalbimiz ısınıyor, sofradan memnun bir şekilde kalkıyoruz. İkinci durağımız Vişegrad’a doğru yola çıkıyoruz. Bizi burada Sokullu Mehmet Paşa Köprüsü, diğer adıyla Drina Köprüsü bekliyor.

Bu yolculukta navigasyon uygulamasının bize yaptığı sürprizlerle dağlardan, taşlardan, belki de balta girmemiş ormanlardan geçiyoruz ve nihayet Vişegrad’a ulaşıyoruz. Şehir bize soğuk ve biraz yabancı geliyor; akşam namazı kılmak için bir mescit bulamıyoruz, helal bir lokanta bulmak da güç. Vaktiyle Sırpların, Boşnakların ve Türklerin buluşma noktası olan Drina Köprüsü ve burada bulunan “Kapiya” bizler için sessiz ve ıssız. Buraya gelmeden önce İvo Andriç’in “Drina Köprüsü” adlı romanını okumuştum. Size de bu romanı okumanızı tavsiye ederim; bazıları kitabın yanlı bir anlatımı tercih ettiğini söyler, ancak öyle bile olsa, burayı gördüğünüzde geçmişle bugünü kıyaslayarak buradaki etnik soykırımı anlamak zor değil.


Kanuni Sultan Süleyman döneminde bu şehre yakın bir yerden devşirilerek İstanbul’a götürülen Sokollu Mehmet Paşa’nın vakfiyesi olan bu Drina Köprüsü, vaktiyle yanındaki han ile bu şehrin gelişiminde önemli bir rol oynamış. Drina Nehri’ni geçerek Avrupa’dan Balkanlar’a, oradan İstanbul ve Hicaz’a uzanan bir yolculuğun önemli geçiş noktası olan bu köprü, tarihin pek çok sahnesine tanıklık etmiş. Osmanlılar, Avusturyalılar, Sırplar geçmiş bu şehirden; bugün Bosna-Hersek sınırları içinde yer alsa da Sırp Cumhuriyeti bölgesinde kalıyor.
Bu şehirde bizim için en önemli unsur muhakkak Drina Köprüsü. Köprünün üzerinde yaşanan acılar, kazığa geçirilen insanlar, dilediğini alamayıp kendini köprüden atan gençler, hepsi bu taşlarda izlerini bırakmış. Tarihten derin izler taşıyan bu eşsiz yapıyla vedalaşma vakti geldiğinde, arkamızda yalnızca bir köprüyü değil; onun taşıdığı, sakladığı, aktardığı hatıraları da bırakıyoruz. Her dönüşte onun gölgesinde tarihin ağırlığını hissederek, geçmişe saygıyla bir kez daha göz ucuyla bakıyoruz. Ve Saraybosna’ya doğru yola koyuluyoruz; yarın Saraybosna’yı gezeceğiz, heyecanlıyız.
Şimdi Saraybosna’yı keşfetmeye başlıyoruz; diğer adı Sarayevo, saray ovası manasına geliyormuş. Sabah namazını Gazi Hüsrev Bey Camii’nde kılarak başlıyoruz güne. Burada börekçiler sabah namazından sonra hemen açılmıyor; bunu eleştiriyoruz ve sabah namazı sonrası açık bir börekçi veya çorbacı olması gerektiğini bu satırlara not düşüyorum. Sokaklarda bir süre zaman geçtikten sonra ilk açılan börekçiye gidip Boşnak böreğimizi yiyoruz ve kahvaltımızı yaptıktan sonra Saraybosna’yı gezmeye koyuluyoruz.
Biz de herkes gibi Sebil’den başlıyoruz gezimize. Sebil’den suyumuzu içerek Başçarşı’ya doğru ilerliyoruz. Burada ecdadın bıraktığı pek çok eser var: camiler, hanlar, hamamlar, medreseler, bedestenler ve daha niceleri. Durumumuz elverdiğince hepsine girmeye çalışıyoruz. Her camide iki rekât namaz kılıyor, her çeşmeden birkaç yudum su içerek Saraybosna’da hatıralar bırakıyoruz. Gördüğümüz esnafla samimi diyaloglar kuruyor, gönül coğrafyamızın buraları da kapsadığını onlara hissettirmeye çalışıyoruz.
Medeniyetler çizgisinin batı tarafına, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminden kalma yapıların olduğu bölgeye geçtiğimizde sanki Viyana sokaklarında yürüyormuş gibi hissediyoruz. Daha yüksek binalar, daha geniş caddeler, ancak bize daha soğuk gelen bir atmosfer karşılıyor sizi. Hemen yol üstünde bulunan Soykırım Müzesi’ni mutlaka ziyaret etmenizi öneririm. Müzede savaşın Saraybosna özelinde nasıl etkiler bıraktığı görseller videolar ve birçok belgeyle gözler önüne seriliyor. Çok fazla detay vermek istemiyorum, merak uyandırmak daha doğru. Gezip görmenizi, okumanızı tavsiye ederim.


Biraz daha ileride, Bosna Savaşı anısına yapılmış “Sönmeyen Ateş” anıtını görüyoruz. Hemen yanında yerde bir “Saraybosna Çiçeği” var, kırmızı renkle kanı temsil eden bu çiçek, savaş sırasında hayatını kaybeden insanların kanını ve yere düşen bombaları simgeliyor. Saraybosna’nın içinden geçen Miljacka Nehri üzerinde bulunan birçok köprüden en dikkat çekici olanı ise Latin Köprüsü. I. Dünya Savaşı’nın başlamasına neden olan olay, Avusturya-Macaristan veliahtının burada suikasta uğramasıyla gerçekleşiyor; ardından dünya tarihini değiştiren olaylar silsilesi bu köprüde başlıyor.
Burayı da gördükten sonra, yakın bir lokasyonda bulunan Saraybosna Millî Kütüphanesi’ne geçiyoruz. Bu kütüphanenin unutulmaz bir anısı var. Gezi arkadaşlarımızdan Tarık Bey, bize bu kütüphanenin savaş sırasında maruz kaldığı korkunç durumu anlatıyor. Ben de kısaca size buradaki durumu özetlemek isterim.


Saraybosna Millî Kütüphanesi, Bosna Savaşı sırasında sadece kültürel bir simge değil, aynı zamanda insan ruhunun direnişini temsil eden bir alan haline gelmişti. Savaşın en karanlık günlerinde, bu kütüphane Sırp güçleri tarafından hedef alınıp ateşe verilmiş, içinde barındırdığı iki milyondan fazla kitap, nadir el yazmaları ve tarihi belgelerle dolu bu mekân, bir anda yok olmuştu. Fakat bu yıkıma bir yanıt vermek gerekiyordu. 1994 yılında, savaşın acımasız koşulları içinde, Bosnalı müzisyenler unutulmaz bir konser düzenlemeye karar vermişler. Saraybosna’nın harabe olmuş sokaklarında gerçekleştirilen bu etkinlik, direnişin ve dayanıklılığın bir sembolü haline gelmiş. Bu konserin en dikkat çekici figürlerinden biri, “Saraybosnalı Çellist” olarak tanınan Vedran Smailović’ti. O, keskin nişancı ateşi altında, yok olmanın eşiğindeki bu kütüphanenin içinde çaldı müziğini. Müzik, yok oluş ve yıkımın ortasında bile insanların ruhunun hâlâ yaşadığını duyurmak için bir araç oluvermişti.
Bu özel etkinliğin, sadece kültürel mirasın kaybını değil, aynı zamanda insanlığın ve onurun korunmasına dair güçlü bir hatırlatıcı işlevi olduğunu görüyoruz. Müzisyenler, sanatlarını kullanarak dünyaya bir mesaj iletmek istediler: “Bakın, burada hâlâ bir ses var. Yok olmanın ve yıkımın içinde bile insan ruhu yaşamaya devam ediyor.” Bu konser, savaşın korkunç koşulları içinde bile umudu ve insanlık durumunu yaşatmanın ne denli önemli olduğunu bir kez daha göstermek istemiş ama acaba duyurulmak istenen mesaja kulaklarını kapatan bir dünyaya, bu mesaj gitmiş mi?
Kütüphaneden ayrıldıktan sonra Bilge Lider Aliya İzzetbegoviç’in de kabrinin bulunduğu Kovaçi Şehitliği’ne gidiyoruz. Aliya ile ilgili okuduklarımız gözümüzün önünden geçiyor; sade ve mütevazı mezar taşında “Abdullah” yazılı olan bu kabir Aliya’nın… Saraybosna’yı savunan ve bu uğurda şehit düşen halkıyla birlikte gömülmek istemiş ve bu isteği de yerine getirilmiş. Onun ve oradaki şehitlerin ruhları için birer Yasin ve Fatiha okuyoruz. Hemen karşısında Osmanlı mezarlığını ziyaret ettikten sonra Saraybosna’nın ayaklarınızın altında olduğu “Yellow Fortress” adı verilen tepeye çıkıyoruz. Burada bir kahve içip tüm Saraybosna’yı seyre dalabilirsiniz.
Savaş sırasında stratejik bir öneme sahip olan ve gelen yardımlara ulaşabilmek için açılan bir tünel olan Tunel Spasa yani Umut Tünelini de ziyaret ederek yeni rotamız olan Neum’a doğru yola çıkıyoruz. Uzun bir yolculuktan sonra Neum’a ulaşıyoruz ve kendimizi deniz manzaralı bir dairede dinlenmeye bırakıyoruz.
Sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra, Neum’u keşfetmek üzere şehre iniyoruz. Neum, Vişegrad’dan pek de farklı değil; burada da bir cami göremedik, genel olarak Hırvatların yaşadığı bir yer. Yaz sezonunun kapandığı bu dönemde kasaba sessiz ve sakin bir hava taşıyor. Sahilde yürüyüş yaparken, Hırvatistan’ın Dubrovnik ile kara bağlantısını sağlamak amacıyla inşa ettiği devasa köprüyü görüyoruz. Bu görüntü, Neum’un Saraybosna topraklarında olmasının ne denli stratejik bir öneme sahip olduğunu hatırlatıyor bizlere. Burası bugün belki bir ticaret şehri değil ama gelecekte kuvvetle muhtemel Bosna-Hersek’in önemli bir ticaret merkezi olabilir. Neum’un huzur dolu atmosferinde, manzaranın keyfini çıkarıp bir sonraki rotamız olan Mostar’a doğru yola çıkıyoruz.


Bosna-Hersek’in kalbine doğru çıktığımız bu yolculuğun en büyüleyici duraklarından biri olacak olan Mostar Taş Köprüsü, Osmanlı’dan miras kalan yapıları ve Boşnak halkının sıcacık kültürüyle sizi karşılayacak olan bu tarihi şehri keşfetmeye var mısınız?
Gelecek haftaki yazımızda, Mostar’ın gizemli sokaklarında yürüyecek, savaşın izlerini taşıyan mekanlarını ve Balkan kültürünün derinliklerini hep birlikte adımlayacağız. Hazır olun, Mostar’ın masalsı atmosferi sizleri bekliyor!