Bir dönem “taş fırın erkeği” vardı: Duygusunu belli etmez, mangal başında susarak bile karizma yaratırdı. Şimdi ise duygularını analiz edebilen, içsel çocukla temasa geçen ve “sınır çizmenin önemini bilen” erkek revaçta. Kadınlar hâlâ güçlü erkek figüründen etkileniyor ama aynı zamanda onun ağlayabilmesini de istiyor. Erkekler ise bu beklentiler ormanında harita arıyor. Sorulması gereken şu: Bu dönüşüm, insan ilişkilerini ileri mi taşıdı, yoksa sadece yeni bir belirsizliğe mi sürükledi?

Eskiden “maskülenlik” daha çok dışsal niteliklerle tanımlanıyordu: Fiziksel güç, sessizlik, dayanıklılık. Bugünse bu tanım, iç dünyayla hesaplaşma becerisiyle harmanlanmış durumda. Bu kötü mü? Elbette değil. Ama çelişki şu: Kadınlar hâlâ geleneksel erkek özelliklerine içgüdüsel olarak çekiliyor; Güven, liderlik, kararlılık gibi. Ancak aynı anda bu özelliklerin “toksik” algılandığı bir kültürel atmosferdeyiz. Güç gösteren erkek “dominant” olmakla, geri duran erkek “pasif” olmakla suçlanıyor.

Erkekler de bu denklemde yönünü kaybetmiş durumda.
Açık olursa zayıf, mesafeli olursa duyarsız…
Sahiplenirse baskıcı, geri çekilirse ilgisiz…

Kadının da, erkeğin de kafası karışık. Çünkü beklentiler evrildi ama içgüdüler hâlâ ilkel. Bir yandan kişisel gelişim kitapları, diğer yandan hormonal dürtüler birbirini çelmeliyor. Kadın “birey” olmak istiyor. Bunun yanında bir “adam gibi adam” tarafından da sevilme beklentisi var. Erkek “duygusal emek” vermekle yükümlü ama yine de önce ekonomik başarıyla ölçülüyor. Yani herkes “ideal eş” olmak için çabalıyor ama kimse o eşin tam olarak neye benzediğini bilmiyor.

Tüm bunların üstüne sosyal medya biniyor: Orada herkes çok olgun, çok huzurlu, çok “travmasını dönüştürmüş.” Gerçekteyse insanlar yalnız, beklenti yorgunu ve ne yaparsa yapsın yetememe hissiyle baş başa. Filtreler sadece yüzleri değil, gerçekliği de inceltiyor.

Son yıllarda esen feminen rüzgârlar mutluluğu değil, bir çelişkiyi getirdi: Kadın güçlendi ama mutlu değil. Şairin dediği gibi, “kadının üstün olduğu ama mutsuz olduğu” günlerdeyiz. Mahalle baskısı yerini sosyal medya linçlerine bıraktı. Bir yuva hayal eden kadına ‘eski kafalı’ deniyor artık. Peki bu yeni normları kim belirledi? Kimin sesi daha çok çıktı, kimin eli güçlendi? Kalabalıklaştıkça yalnızlaştık; bireyselleştikçe hazla avutulduk. Şimdi sormalı: Bu düzeni kim kurdu? Ne uğruna?

Bu sorulara cevap verilmeden yapılan tüm cinsiyet tartışmaları, çözüm değil karmaşa üretir. Herkes rolünü yeniden yazmaya çalışıyor ama sahnede hâlâ eski senaryo oynanıyor.

Kadınlar erkeklere, erkekler kadınlara, herkes sosyal medyaya kırgın. Ama belki de asıl kırgınlık, karşı cinse değil, içimizde oluşan beklenti çatışmasınadır. Kadınlar “erkek gibi erkek” isterken, aynı anda onun zarif, duyarlı ve bilinçli olmasını bekliyor. Erkekler “beni ben olduğum için sevsin” derken, kadının doğal haline bile yorum yapmadan duramıyor.

Yani mesele, kim olduğumuz değil, kimden ne beklediğimiz… Ve o beklentileri bize kimin telkin ettiğidir.
Sonunda yine aynı yere geliyoruz:
Bu rolleri kim yazdı, biz neden oynuyoruz ve sahne sonunda kim alkış alacak?

Similar Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir