Beytullah İLERİ/ Youth Think Tank Kaynak Geliştirme Koordinatörü
Neum’un huzur dolu atmosferinde, manzaranın keyfini çıkarıp bir sonraki rotamız olan Mostar’a doğru yola çıkıyoruz.
Mostar yolunda ilk durağımız Kravitse Şelaleleri oluyor. Bosna’yı gezerken tarihi yerlerin yanında doğal güzellikleri de keşfetmeyi ihmal etmiyoruz. Vanlı olan arkadaşımız Tarık, Muradiye Şelalesi’ni bilen biri olarak “Muradiye buranın yanında çok küçük kalır” diyerek belki biraz mübalağa yapıyor. Trebižat Nehri üzerindeki bu şelale gerçekten muazzam bir doğal görsel şölen sunuyor. Su buz gibi olsa da kendimizi bu tertemiz sulara bırakıyoruz. Çok uzun kalamasak da bu anın tadını kısa bir süreliğine çıkartıyoruz.

İkinci durağımız ise Poçitel. Adeta dağın kalbine oyulmuş bir açık hava müzesi gibi duruyor. Taş evler ve minareler, kayalık yamaçlarla uyum içinde şehre yerleştirilmiş; kendine özgü bu dokusuyla büyüleyici bir tarihî atmosfere sahip. Bu küçük Osmanlı kasabası, Bosna-Hersek’te, Neretva Nehri’nin kıyısında stratejik bir noktada yer alıyor. Yüzyıllar önce burası, Adriyatik kıyılarına yakınlığı sayesinde Osmanlı İmparatorluğu’nun sınır karakollarından biri olmuş ve Venediklilere karşı önemli bir savunma hattı olarak kullanılmış. Kale burçlarına çıkıp çevreye baktığınızda, bu stratejik konumun neden seçildiğini anlamak hiç de zor değil. Buradan, Neretva vadisi boyunca uzanan geniş bir alan kontrol edilebiliyor.

Ne yazık ki Poçitel de Bosna Savaşı’ndan nasibini almış; Ustaşaların saldırılarıyla harabeye dönmüş bu güzelim köy. Türkiye’nin de desteğiyle birçok eser ayağa kaldırılmış. Cami, medrese, han, hamam ve nar bahçeleriyle bu küçük köy adeta gönlümüzü fethediyor. Nar bahçesi demişken arkadaşlarımızdan Niyazi beyin soyduğu ve afiyetle yediğimiz narları da unutmayalım. Vaktiyle Hacı Aliya Paşa’nın yaptırdığı ve Şişman İbrahim Paşa’nın restore ettirdiği camide namazımızı kıldıktan sonra bu güzel köyden ayrılıyoruz.
Ve üçüncü durağımız Blagay Tekkesi. Burada insana “Aman Allah’ım, sen nelere Kadirsin” dedirten bir manzara var. Devasa bir dağın altından saniyede 45 metreküp su çıkıyor ve Buna Nehri burada doğuyor. Ayvaz Dede ve Sarı Saltuk gibi Anadolu’dan Balkanlar’a gönül yolculuğu yapmış manevi liderlerin suyundan içtiği nehir burası. Nehir kıyısında mütevazı bir tekke var. Tekkede, dervişlerin yaşadığı hücreler, ibadet edilen alanlar, suyun etkileyici şırıltısı ve kuş sesleri bir araya gelerek mistik bir hava yaratmış. Burada, insan Yaradan’ın kudretini derin bir huzur içinde hissediyor. Suyun coşkuyla akışı, insanı yaşamın geçiciliği ve maneviyatın gücü üzerine düşünmeye davet ediyor. Bu atmosferin içinde hem doğanın hem de tarihi yapıların içinde kaybolmak o kadar kolay ki. Burada maneviyatla dolduktan sonra, nehrin kenarında yetiştirilen lezzetli alabalıkları tadarken insan bir yandan da doğanın bize sunduğu güzelliklere şükrediyor. Bu manevi yolculuğumuzu tamamlayıp, huzurlu ve doyurucu bir deneyimin ardından Bosna’nın bir diğer sembolü olan ve günün son durağı Mostar’a doğru yola çıkıyoruz.


Gün yavaş yavaş akşamı bulmuş ve Mostar’a nihayet varmışız. Şehrin geceye bürünmüş hâli, tarihi bir masalın sayfaları arasında dolaşıyormuşuz gibi hissettiriyor. Mostar’ın sokaklarında ilk adımlarımızı atarken taş döşeli yollar, eski çarşıdan yükselen kokular ve geceyi aydınlatan loş ışıklar bizi büyülüyor. Her adımda geçmişin izlerini hissediyoruz; Osmanlı’dan, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndan, savaştan kalan izlerle dolu bu kadim şehir, sanki her köşesiyle bize bir şeyler anlatmak istiyor.
Mostar Köprüsü’ne doğru ilerlerken Neretva Nehri’nin serin esintisini hissediyoruz. Köprü, zarif bir hilal gibi nehrin iki yakasını kavuşturmuş ve gece vakti bu manzara daha da etkileyici. Sanki bir tabloya bakar gibi hayranlıkla seyre dalıyoruz. Köprünün tarihini düşündükçe, burada yaşanmış olaylar birer birer gözümüzde canlanıyor. Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayreddin tarafından inşa edilen bu köprü, dönemin en ileri mühendislik teknikleriyle yapılmış ve zamanla Osmanlı mimarisinin zarafetinin bir sembolü olmuş. Mimar Hayreddin’in köprü yapımı sırasında rüyasında bu yapıyı nasıl tasarladığı, inşaat süresince gösterdiği çaba ve Kanuni Sultan Süleyman’a yazılan mektuplarla aklıma geliyor.

Köprüye dair anlatılan birçok hikâye var hikâyelerin ana teması ise burada yapılan cesaret gösterileri. Zamanında köprünün iki kulesi arasına gerilen bir ip üzerinde cambazlar, halkı ve seyyahları kendilerine hayran bırakırmış. Cesaret sembolü olarak gençler, köprüden Neretva’nın serin sularına atlar, böylece güçlerini ispat ederlermiş. Ancak köprünün geçmişi her zaman bu kadar keyifli anılarla dolu değil. Zaman zaman infazlara tanıklık etmiş, savaşta ise hüzünlü anlara ev sahipliği yapmış.
Bu köprü, yalnızca iki yakayı değil, iki farklı dünyayı birleştirmiş; barışı, kültürü ve hoşgörüyü simgelemiş. Şimdi karşımızda dimdik duran bu yapının, ne kadar zorluklarla ayakta kaldığını, savaşın yıkımına direnmek zorunda kaldığını düşünmeden edemiyorum. Mostar Köprüsü ve Neretva’nın birleşimi, şehri kuşatan dağların sessizliğinde gece boyu yankılanacak bir ezgi gibi. Biz de bu büyüleyici atmosferin içinde kaybolmuş hâlde köprüyü seyre dalıyor, bu eşsiz anı hafızamıza kazıyoruz.
Köprünün sağ kulesinde küçük bir işletme sahibi olan; Abdülkadir kardeşimizin “Mustafa Uncle” dediği bir beyefendi ile tanışıyoruz. Dükkânda sadece Boşnak kahvesi ve baklava var. Su istediğimizde, “Burada su çeşmeden içilir. Tertemizdir” diyor. Çay istediğimizde ise “Çayı Türkiye’de için, burada kahve içilir” diye çıkışıyor. Bankacı olan arkadaşımız Abdülkadir ona zengin olması için bazı püf noktaları anlatıyor ama hiç aldırış etmiyor söylediklerine. Zengin olmak gibi bir derdi olmadığını ifade ediyor bizlere. Mustafa Uncle Bosna Savaşı’nı görmüş, bizzat çatışmış, en yakın arkadaşı yanında şehit olmuş; kendisi de yaralanmış ve gözleriyle köprünün yıkılışını izlemiş. Sohbet o kadar derinleşiyor ki dükkâna bir düzine insan girip çıkıyor ama Mustafa Uncle bizimle heyecanla konuşmaya devam ediyor. Hayatla ilgili birçok ders veriyor bize. “Türkiye bizim arkadaşımız değil, Türkiye bizim ailemiz. Onun değişiyle: “Türkiye is no friend Türkiye is family family” diyerek kalbimizi ısıtıyor. Bu akşamı böyle tatlı bir şekilde sonlandırarak dinlenmeye çekiliyoruz.

Sabah, Nasuh Ağa Camisinde Sabah namazıyla güne başlıyoruz. Şehrin meşhur Boşnak börekçisinde mütevazı bir kahvaltıyla boşnak kültürünün sıcaklığını ve misafirperverliğini bir kez daha hissediyoruz. Kahvaltımızın ardından, Mostar’ın güzelliklerini bir de gündüz gözüyle keşfetmek için yola koyuluyoruz. İlk durağımız, şehrin kalbi olan ve her iki yakayı birbirine bağlayan Mostar Köprüsü. Gece manzarasındaki zarafetini gün ışığında da koruyan bu köprü, adeta geçmişin ve bugünün buluşma noktası gibi.
Köprüden geçerken, nehrin iki yanına serpilmiş küçük camilerin, Osmanlı’dan kalma tarihi dokunun, taş yolların ve eski yapılarla bezenmiş butik dükkânların arasında geziniyoruz. Her bir dükkânda yerel sanatçıların ve zanaatkarların emekle ürettikleri ürünler sergileniyor; Boşnak bakır işçiliğinden özgün seramiklere, geleneksel takılardan kilimlere kadar çeşit çeşit el işi ürünleri görüyoruz. Buralarda vakit geçirirken, dükkân sahipleriyle sohbet etme fırsatımız oluyor; her birinin Mostar’a dair, köprüye ve geçmişe dair anlatacak hikâyeleri var. Bu sohbetler, aramızdaki dostluk bağını kuvvetlendiren anılar biriktirmemizi sağlıyor.
Mostar’da gezilip görülmesi gereken her yeri ziyaret ettikten, her bir taşın ve yapının hikâyesini dinledikten sonra, bu kadim şehirden ayrılma vakti geliyor. Dönüş yoluna çıkarken, buradaki güzellikleri ve yaşadığımız anlamlı anıları yanımızda götürdüğümüzü bilerek yola koyuluyoruz. Mostar, sadece bir şehir değil, aynı zamanda tarih ve dostluğun harmanlandığı, kalbimizde iz bırakan bir hatıra olarak belleğimize kazınıyor.


Son rotamız tekrar Saraybosna oluyor, çünkü dönüş uçağımız oradan kalkacak. Saraybosna’ya giderken Jablanica bölgesinden geçiyoruz. Yol boyunca, coğrafyanın yeşil dokusu ve tarihi yapıları bize eşlik ederken, bu güzel bölgenin kısa süre önce ağır bir sel felaketine uğradığını öğreniyoruz. On gün kadar önce gerçekleşen bu doğal afet, Jablanica’yı adeta bir enkaz yığınına çevirmiş. Şehir, sel sularının getirdiği taş, çamur ve molozlarla dolmuş, yerleşim yerleri ve yollar ciddi şekilde etkilenmiş. Bu tablo karşısında içimiz burkulsa da, sahada Türkiye’den gelen destek ekiplerini görmek bizleri bir nebze olsun gururlandırıyor. Türk Kızılay’ı ve AFAD, Jablanica’da yardım çalışmaları yürüterek, hem acil ihtiyaçları karşılıyor hem de bölgede uzun vadeli iyileştirme çabalarına destek veriyor. Türk kuruluşlarının Bosna Hersek’teki yardım faaliyetlerine tanık olmak, bu topraklarla aramızdaki manevi bağları bir kez daha hatırlatıyor bize.

Jablanica’nın ünlü kuzu çevirmesiyle meşhur olduğunu biliyoruz, hatta programımıza da eklemiştik. Ancak, felaketin ardından böylesi bir durumda ziyafet çekmek içimize sinmiyor; kuzu çevirmeyi başka bir sefere ertelemeye karar veriyoruz. Yine de buradaki doğayı, kültürü ve yardımlaşmayı görmüş olarak Saraybosna’ya doğru yola devam ediyoruz.
Yol üstünde, bir mola vermek üzere Konjiç şehrine uğruyoruz. Bu mütevazı kasaba, hem doğal güzellikleri hem de Osmanlı mirasıyla insana huzur veriyor. Konjiç’in kalbinde, Neretva Nehri üzerinde zarif bir Osmanlı köprüsü yer alıyor. Ecdadın burada inşa ettiği bu köprü, asırlardır olduğu gibi hâlâ gönülleri hoşnut etmeye devam ediyor. Konjiç’e gelmişken, buranın meşhur lezzeti olan Bey Çorbasını tatmadan geçmek olmaz. Çorbamızı içtikten sonra vakti giren namazımızı burada eda ediyoruz ve kısa süreli bu molanın ardından Saraybosna yoluna devam ediyoruz.

Akşam saatlerinde Saraybosna’ya vardığımızda, bu şehri bir de gece gözüyle keşfetmek istiyoruz. Saraybosna’nın karanlık sokaklarında dolaşıyor, şehrin farklı köşelerini adım adım adımlıyoruz. Bilmediğimiz, görmediğimiz sokaklarına dalarken yanımızdan Miljacka Nehri’nin nazik şırıltısı eksik olmuyor, bize rehberlik ediyor sanki. Bu akşam, bir anlamda vedalaşmak için buradayız. Aliya İzetbegoviç’in mezarını ziyaret ediyor, onunla son bir kez daha gönülden selamlaşıyoruz. Veda kahvemizi de içip Saraybosna’ya içimizde buruk bir hüzünle elveda diyoruz.
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte son yolculuk hazırlıklarımızı yapıyoruz. Sabah namazını, tarihi Gazi Hüsrev Bey Camii’nde kılmak için erken kalkıyoruz. Tarihin tanığı olan taş kaldırımlarda yürüyerek Saraybosna’ya veda ederken, “Görüşmek üzere, Saraybosna. Görüşmek üzere, Bosna-Hersek,” diyoruz içimizden. Bu güzel ülkenin misafirperverliğini, yaşanmışlıklarını ve mirasını kalbimizde taşıyarak ayrılıyoruz şehirden.
Akşam saatlerinde Saraybosna’ya vardığımızda, bu şehri bir de gece gözüyle keşfetmek istiyoruz. Saraybosna’nın karanlık sokaklarında dolaşıyor, şehrin farklı köşelerini adım adım adımlıyoruz. Bilmediğimiz, görmediğimiz sokaklarına dalarken yanımızdan Miljacka Nehri’nin nazik şırıltısı eksik olmuyor, bize rehberlik ediyor sanki. Bu akşam, bir anlamda vedalaşmak için buradayız. Aliya İzetbegoviç’in mezarını ziyaret ediyor, onunla son bir kez daha gönülden selamlaşıyoruz. Veda kahvemizi de içip Saraybosna’ya içimizde buruk bir hüzünle elveda diyoruz.
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte son yolculuk hazırlıklarımızı yapıyoruz. Sabah namazını, tarihi Gazi Hüsrev Bey Camii’nde kılmak için erken kalkıyoruz. Tarihin tanığı olan taş kaldırımlarda yürüyerek Saraybosna’ya veda ederken, “Görüşmek üzere, Saraybosna. Görüşmek üzere, Bosna-Hersek,” diyoruz içimizden. Bu güzel ülkenin misafirperverliğini, yaşanmışlıklarını ve mirasını kalbimizde taşıyarak ayrılıyoruz şehirden.