Rıdvan Buğra ÖZDEMİR / Youth Think Tank Yönetim Kurulu Üyesi
Teknoloji artık sadece hayatımızın bir parçası değil; hukuk gibi geleneksel yapıları bile kökünden sarsan bir devrim. Bu sebeple günümüzde yapay zekâ, yalnızca robotların ve bilim kurgu filmlerinin konusu değil, adalet saraylarının koridorlarında sessizce yer edinmeye başladı bile. E-duruşmalar, yapay zekâ destekli içtihat ve doktrin tarama programları, hatta gelecekte “karar verici algoritmalar” derken; hukuk, belki de tarihte ilk kez bu kadar hızlı bir dönüşümün eşiğinde.
Türkiye’de ise bu dönüşüm hem umut hem de soru işareti barındırıyor. Bir yanda dava süreçlerini hızlandıran teknolojilerle verimlilik artıyor; öte yandan yargılama süreçleri uzunluğunu koruyor, toplumun adalete olan güvensizliği artıyor ve suçların cezasızlığı gibi tartışmalar gündemden hiç düşmüyor.
Peki, yapay zekâ Türk hukuk sistemini şu ana kadar tam olarak nereye getirdi? Daha da önemlisi, bundan sonra nereye götürecek?
Ancak yapay zekâdan bahsetmeden önce, Türkiye’deki dijital dönüşümün yapı taşlarını anlamak gerekiyor. Çünkü bugün “yapay zekâlı hukuk” dediğimiz sistem, aslında yıllar içinde adım adım örülen dijitalleşme sürecinin bir sonucu.
Bu sürecin başlangıcı ise UYAP ile oldu. Her ne kadar yargı mensuplarınca, bilhassa da avukatlarca kimi zaman eleştirilerin odak noktası olsa da 2000’li yılların başında başlatılan UYAP (Ulusal Yargı Ağı Projesi), Türk hukuk sisteminde dijitalleşmenin ilk büyük adımı ve tüm bir dijital yargı ağının omurgası oldu. Dava açmaktan karar yazımına, bilirkişi raporlarının sunulmasından temyiz süreçlerine kadar her aşamanın dijitalleştirilmesini sağlayan bu sistem, klasik “kağıt yargılama” döneminin sonunu işaret etti. UYAP sayesinde hem avukatlar hem de vatandaşlar, davaları anlık olarak takip edebilir hale geldi.
Pandemiyle birlikte hayatımızın her alanına giren uzaktan çalışma ve görüntülü iletişim araçları; tutuklu sanıkların bulundukları cezaevinden mahkemeye bağlanarak savunmalarını yapmalarını sağlayan SEGBİS (Ses ve Görüntü Bilişim Sistemi) ve avukatların duruşmalara uzaktan katılımını mümkün kılan e-duruşma araçları ile yargı mercilerinde kendine hızla yer buldu.
Bununla beraber E-tebligat ile resmi yazışmaların ve dava bildirimlerinin dijital ortamda gerçekleştirilmesi, hem posta masraflarını hem de zaman kaybını ortadan kaldırırken elektronik imza teknolojisi, avukatlar ve yargı mensupları için işlem güvenliğini ve geçerliliğini sağladı.
Tabi tüm bunlar kurumsal bir yapının ürünü olarak devletin dijitalleşme çabalarının meyveleri olmakla beraber bir de yapay zekâ araçlarının gelişmesi ile birlikte ortaya çıkan özel sektör yatırımları var ki –şirket ismi zikretmek doğru olmayacaktır- bunlar da Yargıtay ve Danıştay içtihatlarını, güncel mevzuatı ve doktrinsel kaynakları büyük bir hız ve doğrulukla tarayabilen, UYAP’ta birden fazla dosyaya aynı işlemi tek seferde yapabilen birtakım programlar. Bu sistemler, benzer karar örnekleriyle hâkimlerin içtihat birliği sağlamasına katkı sunarken; avukatlara da örnek dilekçeler, argüman zincirleri, stratejik analizler ve tek komutla birden fazla dosyada işlem yapma kabiliyeti sunarak adeta dijital bir hukuk asistanı gibi çalışıyor. İşte tüm bu sebeplerle henüz karar verme yetkisine sahip olmasalar da, yargı mensuplarının karar süreçlerinde sessiz fakat etkili bir yardımcıya dönüşmüş durumdalar.
Tüm bunlar gösteriyor ki yapay zekâ destekli sistemler ve dijitalleşme sayesinde dava süreçlerinin hızlanması artık sadece bir temenni değil, ulaşılabilir bir hedef. Uzun vadede, bu teknolojilerin doğru entegrasyonu sayesinde yargının üzerindeki iş yükünün hafiflemesi, vatandaşın adalete erişim sürecinin kısalması ve mahkemelerdeki yoğunluğun azaltılması işten bile değil.
Ancak bu parlak tabloya gölge düşüren bazı ciddi riskler de var. Öncelikle, yapay zekânın “tarafsız” olduğu varsayımı, algoritmaların eğitildiği verilerin taraflı olabileceği gerçeğini göz ardı ediyor. Türkiye’deki yargı pratiğinde yerleşmiş bazı sistematik önyargılar, yapay zekâya da birebir yansıyabilir. Bu da, adaletin makineleşmesi değil, mevcut önyargıların otomatikleştirilmesi anlamına gelir.
Bir diğer önemli sorun ise şeffaflık eksikliği. Hangi algoritma hangi veriye göre karar sürecine katkı sunuyor? Girdi ve çıktı verileri kim tarafından denetleniyor? Bu sorular henüz net değil. Şeffaf olmayan yapılar, hukuki güvenlik ilkesini ve halkın adalet sistemine olan güvenini ciddi şekilde zedeleyebilir. Zira ChatGPT’nin dahi yeterli kontrol edilmediğinde kimi zamanlarda gerçekmiş gibi hem örnek yargı içtihadı hem de mevzuat ve doktrin görüşü uydurabildiği bilinen bir gerçek olarak duruyor.
Ayrıca, yapay zekânın verdiği “öneri”lerin hâkim üzerinde fiilen bir baskı yaratıp yaratmadığı da tartışmalı. Yargı mensuplarının zaman baskısı altında, algoritmik çıktılara aşırı bağımlı hâle gelmesi, bireysel yorum gücünün zayıflamasına yol açabilir. Yani hukuk insan merkezliyken, giderek “sistem merkezli” bir yapıya evrilebilir ki bu da halihazırda yargıya duyulan güvendeki zayıflığı daha da derinleştirebilir.
İşte bu sebeple yapay zekâ hukuk sistemine entegre olurken, meseleyi sadece bir “verimlilik aracı” olarak görmek büyük bir hata olur. Zira adalet, sadece hızlı olmakla değil, aynı zamanda adil, eşit ve şeffaf olmakla anlam kazanır. Dolayısıyla, bu teknolojiyi hukukla uyumlu hâle getirmek için atılması gereken bazı temel adımlar var:
- Yapay zekâ uygulamalarının sınırlarını, yetkilerini ve sorumluluklarını belirleyen açık bir mevzuata ihtiyaç var. Şu an Türkiye’de bu konuyla ilgili düzenlemeler oldukça dağınık ve yetersiz. Oysa yapay zekânın karar süreçlerine dâhil olduğu her alanda, hukuki güvenlik ve sorumluluk rejimi net bir şekilde ortaya konmalı, kimin sorumlu olduğu sorusu cevaplanmalıdır.
- Yapay zekâya dayanan sistemler “kara kutu” gibi çalışmamalı. Girdiler, çıktılar ve karar alma süreçleri şeffaf olmalı. Bağımsız denetim mekanizmaları kurulmalı, yazılımlar düzenli olarak denetlenmeli ve gerektiğinde güncellenmelidir. Aksi takdirde, yapay zekâya değil, ona şekil veren kişilerin niyetine teslim oluruz.
- Algoritmalar neyle eğitilirse onu üretir. Eğer geçmişteki önyargılarla, tutarsız kararlarla beslenirse; yapay zekâ da bu önyargıları tekrar üretir. Bu nedenle eğitim verilerinin güncel, kapsamlı ve dengeli olması elzemdir.
- Yapay zekâ, hâkimin ya da avukatın yerini almamalı; onların karar süreçlerini kolaylaştıran bir yardımcı araç olarak konumlandırılmalı. Nihai kararı yine insan vermeli, çünkü hukuk yalnızca “veriyle” değil, aynı zamanda vicdan, etik ve sosyal bağlamla ilgilidir.
- Hukukçulara yapay zekâ okuryazarlığı kazandırılmalı. Üniversitelerde hukuk fakültelerine teknoloji ve etik temelli dersler entegre edilmeli. Hâkimler, savcılar ve avukatlar bu sistemleri kullanmayı öğrenirken aynı zamanda sorgulamayı da öğrenmelidir.
O halde tüm bu açıklamalardan yola çıkıldığında dünyada ve Türkiye’de yaşanan yapay zekâ odaklı gelişmeler, önümüzdeki yıllarda sadece gündelik hayatı değil, meslek alanlarını da kökten dönüştüreceğe benziyor.
Bu değişim dalgasının en çok etkileyeceği alanlardan biri de yazımızın genelinde bahsettiğimiz üzere hukuk meslekleri. Yapay zekânın bazı görevleri devralması artık bir “ihtimal” değil, bir “yakın gelecek senaryosu.” Bu da avukatlık, hâkimlik, katiplik ve akademisyenlik gibi hukuk temelli mesleklerin, yapay zekâ ile birlikte evrilmesini kaçınılmaz kılıyor. Yargı sistemlerinden yasal mevzuatlara, meslek etiğinden hukuk eğitiminin içeriğine kadar birçok alanda dönüşüm kaçınılmaz görünüyor.
Yakın gelecekte üniversitelerde “yapay zekâ hukuku” derslerinin yaygınlaşması, bu alanda uzmanlaşan akademisyenlerin yetişmesi ve yapay zekâ temalı tezlerin, makalelerin çoğalması oldukça olası. Kısacası, teknolojiyi takip eden, kendini bu yeni düzene göre güncelleyen hukukçular, gelecekte de var olmayı sürdürecek. Değişime direnen değil, değişimi yöneten hukukçular öne çıkacak.