Beytullah İLERİ/ Youth Think Tank Yönetim Kurulu Üyesi

Deprem, yalnızca yerin değil; insanın, toplumun ve zaman zaman inancın da sınandığı bir gerçektir.
Sadece mühendislik hesaplarıyla değil, hayatın kendisiyle de yakından ilgilidir.
Bu yazıda, bir mühendis bakış açısından çok; bu ülkenin sokaklarını, insanlarını ve sarsıntılarını tanımaya çalışan bir vatandaş olarak seslenmek istiyorum.

Çünkü bazen en derin sarsıntılar ölçülmez; hissedilir.
Ve bazen bir kolonun değil, bir kanaatin yıkılmasıdır esas mesele.

İstanbul’da meydana gelen 6,2 büyüklüğündeki deprem, bize yıllardır konuşulan olması beklenen büyük depremi yeniden hatırlattı.
Sadece yer kabuğu değil, zihinlerimiz de sarsıldı.
Bir anda o soruyla yüzleştik:
Hazır mıyız?

Bir gün öncesinden bir uyarı aldık mı?
Bir dakika kala biri bizi haberdar etti mi?
Elbette hayır.

Ama şimdi bir başka soruyla devam edelim:
Kendi hayatımızdaki bir gün gerçekleşmesi kesin olan o büyük sarsıntıya hazır mıyız?

Hayattaki küçük sarsıntılar, büyük hesaplaşmalardan önce gelen sessiz uyarılar değil midir?
Kaygılar, kayıplar, hastalıklar, hayal kırıklıkları…
Hepsi her gün yaşadığımız, kimi zaman sarsıntısını bile fark etmediğimiz küçük depremler…
Ve belki de bizi daha büyük bir gerçeğe hazırlayan içsel uyarılar.

Sahada yaptığım gözlemler, toplumun depremle kurduğu ilişkiye dair çok şey söylüyor bence:
Kimileri hazırlıklı.
Yeni ve sağlam evlerde oturuyorlar. Deprem çantaları hazır. Aile içi planlamaları var.
“Biz üzerimize düşeni yaptık” diyorlar, bir iç huzurla.

Bazıları farkında ama çaresiz.
Güvenli bir evde yaşamak istiyorlar ama mevcut koşullar buna imkân vermiyor.
“İstemek başka tabi isterim ama, gücümüz yetmiyor” diyorlar.

Bir grup kararsız, belirsizlik içinde.
Depremin ciddiyetini biliyorlar ama ne yapacaklarını bilmiyorlar.
Korku ile boş vermişlik arasında savruluyorlar.

Ve bazıları, kaderin ya da komplonun arkasına sığınıyor.
“Zaten tek katlı evdeyim, bir şey olmaz” diyen de var,
“Bu işler dış güçlerin oyunu” diyerek meselenin özünden uzaklaşan da.

Aynı şehirlerde yaşıyoruz, aynı fay hatlarının üzerindeyiz ama bu gerçeğe verdiğimiz tepkiler çok farklı.
Kimimiz bilinçle, kimimiz endişeyle, kimimiz umutsuzlukla yaşıyoruz.
Ama gerçek şu ki:
Deprem sadece fiziki değil, zihinsel ve ruhsal bir sınavdır.

Ve bazı depremler,
Bir kolon yıkmaz ama bir kalıbı kırar.
Duvarda çatlak açmaz ama bir dostluğu un ufak eder.
Eşyaları sarsmaz ama insanın inancını, iç dengesini yerinden oynatır.

Tam da bu yüzden…
Binalarımız kadar dualarımız da sağlam olmalı.
Duvarlarımız kadar ilişkilerimiz de dayanıklı olmalı.
Kolonlarımız kadar karakterimiz de taşıyıcı olmalı.

Bir yapıyı sağlam tutmak için sadece proje yetmez.
Zemin, malzeme, işçilik, denetim, zamanlama…
Hepsi doğru şekilde bir arada olmalı.

Peki ya hayatımız?
Onu ayakta tutmak için biz ne yapıyoruz?

Eğer manevi bir “deprem çantası” hazırlasak…
İçinde neler olurdu?

Affedişler, helallikler, tövbeler, güzel niyetler, sağlam bir inanç…
İçten bir dua, temiz bir kalp, yıkılmayan bir umut…
Ve bazen sadece zamanında söylenmiş bir “özür” ya da gönülden edilmiş bir “teşekkür.”
Belki de bizi asıl yıkımdan koruyacak olan bunlardır.

Çünkü…

Depremler kaderdir; ama bilimsel olarak öngörülebilir, etkileri azaltılabilir olaylardır.
Hazırlık ise sadece irade değil, aynı zamanda bilinç ve sorumluluk meselesidir.
Son kaçınılmazdır, evet… ama hayatı nasıl yaşayacağımız bizim elimizdedir…

Depremler bizi uyarıyor. Hem dış dünyada hem iç dünyamızda. Yıkımı konuştuğumuz kadar, dayanıklılığı da konuşmalı; korkunun gölgesinde kalmadan, bilinçli ve umutlu adımlar atmalıyız…

Bu yazıda depremi yalnızca teknik bir gerçeklik olarak değil, toplumsal, psikolojik ve manevi bir mesele olarak ele almaya çalıştım. Önümüzdeki sayıda başka bir konuya, başka bir pencereden bakmak dileğiyle. Kalbiniz ve yapınız sağlam kalsın…

Similar Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir